Açıklama: Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri (PŞTA)’nın Ocak – 2023 tarihli bülteninden alınmıştır.
Özel mülkiyet dünyasının varlığı, kaçınılmaz olarak artık ürünün üzerinde hakimiyet kuran sınıfın egemenliğini de işaret ediyordu. Bu aynı zamanda bir sınıfın diğer sınıfı ezdiği eşitsiz ve sömürücü toplumsal bir düzen de demekti. Köle sahiplerinin köleler üzerindeki egemenliği, feodal beylerin serfler üzerindeki egemenliğine evrilirken kapitalizmle birlikte burjuvazinin proletaryanın alın teri üzerinden kendisini var ettiği, sömürünün katmerli hale geldiği yeni bir düzene geçildi.
Burjuvazi tarih sahnesine çıktığı andan itibaren kendi mezar kazıyıcısını da yarattı. “Baştan sona tek devrimci sınıf” olarak proletarya, burjuvazinin egemenliğine son verip aynı zamanda kendisiyle birlikte tüm insanlığın da kurtuluşunu sağlayacak yegâne sınıf olarak tarihsel bir misyon edindi. Proletaryanın burjuvaziye karşı “bu en sonuncu kavgası” kuşkusuz sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığını da gösteriyordu. Sınıf mücadelesindeki uzlaşmazlık Paris Komünü’nde komünarlar tarafından barikatlardan burjuvaziye atılan ilk kurşunla cisimleşirken Ekim ve Çin Devrimleriyle proletarya burjuvaziye karşı ilk kez proletarya diktatörlüklerini ilan ediyor, kızıl bayrağı göklere çekiyordu. Burjuvazi ile proletarya arasındaki bu uzlaşmaz karşıtlık sınıf savaşımının bir sonucu olarak bugün de sürüyor. Ne burjuva devletlerle katmerlendirilen sömürü düzenleri, ne de işçi sınıfı mücadelesini dizginlemek için başvurulan faşist iktidarlar dünya halklarının mücadelesini dindiremiyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin yıkılmaya mahkûm krizli yapısı bünyesine yeni krizler ekliyor. Çürüyen kapitalizm, yani emperyalizmin devrevi krizlerinin periyodu giderek kısalıyor. Son 15 yıl içerisinde ekonomik krizde bir süreklilik yaşanırken, artan emperyalist rekabet ve politik krizler kendini askeri olarak bölgesel çatışmalar ve vekalet savaşları biçiminde gösteriyor.
Pandemi krizi emperyalist-kapitalist sistemin hem sağlık hem de ekonomik sisteminde ciddi bir krize yol açarken hâkim sınıflar salgın ile birlikte ekonomik krizi tüm dünya halkına fatura eden bir yönelimle hareket etmiştir. Bu süreçte emekçilerin kazanımlarının “salgın önlemleri” denilerek gasp edildiği, eylem ve grev haklarının tırpanlandığı baskıcı politikalara da tanık olduk. Pandemi süreci, ticari ve ekonomik alanda dünyada var olan ekonomik daralmanın boyutlanmasına yol açarken tedarik zincirinde yaşanan sorunlar Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle yeni bir krize evrildi. Doğalgaz, petrol, tahıl ürünleri başta olmak üzere birçok kritik malın fiyatları savaş nedeniyle arttı. Mali oligarşinin yerküreyi saran ve boğan yoğunlaşması emperyalist merkezlerde bugün artık bir ekonomik krizi de tetiklemiş durumda. Yükselen enflasyon emperyalist kapitalizmi sıkı para politikasına itmektedir. Mevcut tablo tüm dünyanın çok kapsamlı bir krizin içinde olduğunu ve bu kriz sarmalında sürükleneceği anlamına geliyor. Durdurulamayan enflasyon artışı, ticaret hacmindeki daralma, büyüme oranlarındaki beklentilerin istenilen düzeyde olmayışı burjuva ekonomistlerinin “resesyon” beklentilerini güçlendiren emareler içeriyor. Emperyalistler için “resesyon” alarmının çalması krizin çok katmanlı ve boyutlu oluşunun da kabulü anlamına geliyor. Kuşkusuz bunun dünya halklarına çıktısı kesilen ağır faturalar, zamlar, derinleşen bir yoksulluk olacaktır.
Emperyalist merkezlerde yaşanan resesyon rüzgarları onlara göbekten bağımlı bizimki gibi yarı-feodal yarı-sömürge ülkeler için “fırtına” anlamına geliyor. Emperyalist-kapitalist merkezlerdeki enflasyonun, yoksulluğun ve ekonomik darboğazın daha derin bir hali yarı-sömürge ülkelerde yaşanıyor. Kuşkusuz Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz de yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerdeki krizlerin izdüşümüdür. Politik krizle de birleşen ekonomik kriz aynı zamanda Türk egemen sınıf kliklerinin arasındaki çatışmanın da artmasına yönetim krizinin derinleşmesine neden olmuştur.
Düşük faize dönük bir politikayla “kur korumalı mevduat sistemiyle” kurların dengelendiği söylense de enflasyonun önüne geçilemiyor. Halkımız her yeni güne zamlarla uyanırken açlık sınırının altında “asgari” bir yaşam dayatması söz konusudur. Ekonomik ve siyasi kriz altında ezilen kitleler oldukça politize olmuş bir şekilde tepki ve öfke biriktirmektedir. Toplumsal gücü ve etkinliği yaşanan krizlere bağlı olarak azalan, emperyalist sermayeye ucuz iş gücü dışında bir şey vadetmeyen AKP-MHP bloğunun yerine bir diğer faşist blok M. İttifakı iktidara gelme gayretinde. Sisteme dönük tepkiyi sandık ve seçime odaklayan bu faşist ittifak da yine kitlelerin biriken tepkisini seçimler ile dizginleme yönünde bir politika izliyor. Bu bağlamda Türk hâkim sınıflarının kendi sınıf çıkarlarını garantileyen sistem içi bir dönüşüm sürecini hedeflediğini söylemek mümkün. M. İttifak’ında cisimleşen diğer faşist bloğun niteliği ve söylemleri emperyalist efendilerinin çizdiği sınırların ötesine geçmediği gibi çeşitli ulus ve inançlardan emekçi halkın çıkarlarını değil Türk hâkim sınıflarının ve komprador burjuvazinin çıkarlarını esas alacaktır.
“Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerinse eskisi gibi yönetilmek istenmediği” bu süreç AKP-MHP faşist bloğunun saldırganlığını büyütüyor. Faşist saldırganlıkla hem ekonomik-siyasi krizin görünmesini hem de kitlelerin öfkesinin ve isyanının sokağa, eyleme ve örgütlülüğe taşınmasının önüne geçilmek isteniyor. Şovenizm ile kitlelerin gerçek gündemleri etrafında bir araya gelmesinin önü alınmaya çalışılıyor. Bu dizginsiz saldırı dalgası; “açız” diyerek sokağa çıkan işçilere, “özerk demokratik üniversite istiyoruz” diyen öğrenci gençliğe, “özgürlüğümüzü istiyoruz” diyen kadınlara, imhaya ve inkara karşı “diz çökmeyeceğiz” diyen Kürt ulusal mücadelesine yönelerek sürüyor. Faşist diktatörlük varlığını sürdürmek adına saldırılarına süreklilik kazandırdığı bir süreçten geçiyoruz.
HAPİSHANELERDE ARTAN HAK GASPLARI, TECRİT VE YASAKLARLARA KARŞI DAYANIŞMAYI BÜYÜTELİM!
Faşist diktatörlüğün devrimci-demokrat ilerici güçlere dönük saldırılarından biri de gözaltı ve tutuklama furyalarıdır. Halkın isyanını bastırmanın onun örgütlü güçlerini tasfiye etmekten geçtiğini iyi bilen egemenler tarihten günümüze hapishaneleri baskının ve karşı-devrimin çıkarları doğrultusunda örgütlemişlerdir. TC’nin hapishaneler tarihi, tutsaklara dönük katliamlar tarihidir. Amed Zindanı’ndan Ulucanlara, 19-22 Aralık hapishaneler katliamına uzanan ve bugün de devam eden sistematik bir katliam, tecrit ve baskı politikası söz konusudur. Devrimcilerin ağır tecride ve baskılara rağmen zindan duvarlarını aşan direnişi ve her koşulda devrimci mücadeleyi üretmelerine karşı faşist diktatörlük tecritle, hak gasplarıyla ve yasaklara sarılmıştır.
Salgın sürecini tutsaklara dönük baskının bir kaldıracına dönüştüren faşist diktatörlük bu süreçteki uygulamaları kalıcılaştırmaya çalışıyor. Salgın gerekçesiyle 7242 sayılı kanunla İnfaz Kanunu’nda yapılan değişiklik ile çıkarılan kısmi ve özel afla on binlerce adli tutuklu tahliye edilirken politik tutsaklar bu yasanın dışında tutuldu. Tacizciler, tecavüzcüler, mafya, uyuşturucu tacirleri bu yasa ile “affedilirken” devrimci-demokrat ilerici tutsaklar üzerindeki tecrit, tredman, baskı ve hak gaspları artırıldı. Türlü gerekçelerle yüzlerce tutsağın infazı yakıldı. Bu süreçte politik tutsakların ağır mücadelelerle kazandığı bir dizi hak ve kazanımlar pandemi ve önlemler gerekçelendirilerek gasp edildi. Devrimci-demokrat yayınlar birçok hapishanede yasaklandı, açık görüşler engellendi. Spor, sohbet gibi haklar salgın nedeniyle uzun süre gasp edildi. Tedavi hakkı ağız içi arama dayatmaları ve ring uygulamaları nedeniyle sekteye uğratıldı.
Geçmişte açık olarak hapishanelerdeki tutsakları katleden devletin yeni saldırı konsepti tecrit ve sessiz ölümler olmuştur. En başta ağır hasta tutsaklar tedavi hakları gasp edilerek hapishanelerde ölüme terk ediliyor. Yine Garibe Gezer’le başlayan ve “intihar” denilen bir dizi şüpheli ölümle onlarca tutsağın cansız bedenleri çıktı zindanlardan.
F tipi hapishanelerde devrimcilere diz çöktüremeyen devlet yüksek güvenlikli, S tipi gibi yeni hapishaneler inşa ederek tutsakları yeni yöntemlerle teslim almaya çalışıyor. Devrimci tutsaklar tüm olanaklarıyla faşist diktatörlüğün saldırılarına karşı direnirken bizlere düşen görev ise içeride büyüyen direnişe dışarıdan ses olmak ve devrimci tutsaklarla en ileri düzeyde dayanışmayı büyütmektir.
ŞAN OLSUN DEVRİM YOLUNDA ÖLÜMSÜZLEŞENLER
“Zora zor ve kana kan
Başka yol yoktur inan
Ancak böyle kurtulacak
Özgür olacak insan”
Paris Komünü’nün tarihi deneyimi ve mirası devrimci silahlı kuvvetlere sahip olmanın, proletarya devrimi ve proletarya diktatörlüğü için son derece önemli olduğunu göstermişti. Mao Zedung yoldaş, silahlı mücadele ve halk ordusunun büyük önemini veciz sözle özetleyerek, “İktidar tüfekten çıkar” demişti. Şiddete dayanan devrim proletarya devriminin evrensel ilkesidir artık. Bir KP, bu evrensel ilkeye sıkı bir şekilde kalmalı ve onu kendi ülkesindeki somut pratiğe uygulamalıydı. Komünden Çin Devrimi’ne proletaryanın iktidar mücadelesinin zor ile mümkün olduğu ilkesiyle tek tek ülkelerdeki Komünist Partileri sınıf savaşımına atıldılar. Kuşkusuz proletaryanın bu savaşımı ağır bedelleri de gerektiriyordu. Devrim yolunda ölümsüzleşenler bu kavganın en yüce değerleri olarak bayraklaşırlar. Onlar gelecek özgür, eşit ve sınıfsız bir dünya için yaşamlarını feda ederek devrim yolunu açanlardır.
Devrim ile karşı-devrim arasındaki bu amansız savaşım, Mao Zedung’un ölümünden sonra yeni bir evreye taşındı. RSE’nin “sosyalizm” maskesini atmasıyla burjuvazi “büyük anlatılar bitti” yaygarasını hayata geçirdi. Bu propaganda eşliğinde tek tek ülkelerdeki proleter mücadele KP’lerce ihanete uğratıldı. Burjuvazi, Marksizmin siyasal yenilgisinin zaferini kutlarken Hindistan’da, Nepal’de Peru’da, Filipinler ve Türkiye’deki halk savaşlarıyla proletaryanın kızıl bayrağı yeniden göndere çekiliyordu. Ölümsüzleşenlerimiz, işte bu yüce davanın en müstesna örnekleri olarak bu savaşım içerisinde bizlere bir kez daha öğretmeye devam ediyorlar. Proletaryanın kurtuluş mücadelesi bu uğurda düşenlerin mirası ve ölümsüz anılarıyla sürüyor, sürecek. Ölümsüzleşen her bir yoldaşlarımız halka bağlılığın ve insanlığın kurtuluş mücadelesine olan sarsılmaz bir inanç bırakmışlardır. Onlar Spartaküs’ten, burjuvaziye karşı mücadeleyi barikatlara işleyen Paris komünarlarına uzanan insanlık tarihinde birer onur abidesi olarak bilincimizde yeşermeye devam edecekler.
Proletarya Partisi bu savaşımın içerisinde henüz kuruluşundan kısa süre sonra kurucu ve kuramcı önderi İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere 4 genel sekreterini, onlarca kadrosunu ve yüzlerce savaşçısını yitirmiştir. Ocak ayının son haftası başta dünya ve coğrafyamızda süren devrim mücadelesinin önemli kadrolarının ölümsüzleştiği bir tarih olması bakımından yarım asrı aşkın sürdürdüğümüz mücadelede ölümsüzlerimizi daha güçlü andığımız özgün bir süreçtir. Proletaryanın büyük ustası ve Ekim devriminin önderi Lenin ile Alman komünist önderler Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht bu ayda ölümsüzleştiler. Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı Karadeniz’de faşist Kemalist diktatörlük tarafından katledilerek komünizm davası boğulmaya çalışıldı. M. Suphi sonrası 50 yıllık suskunluğu sona erdiren Proletarya Partisi’nin önemli iki kadrosu Meral Yakar ve komutan Ali Haydar Yıldız bu ay içerisinde ölümsüzlüğe yürümüşlerdir.
Demokratik Halk Devrimi mücadelesinde evlatlarını kaybeden biz şehit ve tutsak aileleri için ocak ayı önce evladımız dediğimiz sonrasında yoldaşlarımız olan ölümsüzleşenlerimizi anarken onların mücadeleleri ve ideallerine daha sıkı sarıldığımız bir aydır. Evlatlarımız, yoldaşlarımız en ağır bedelleri göze alarak özgürlüğün, eşitliğin Demokratik Halk Devrimi’nin zaferinin ancak savaşarak ve bedel ödeyerek kazanılacağını bizlere gösterdiler. Her yanından çürüyen, insanlığı açlığa sömürüye mahkûm eden bu köhne düzene karşı Demokratik Halk Devrimi saflarına örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka çaremiz olmadığını yaşam pratikleriyle bizlere gösteren ölümsüzleşenlerimizden öğrenmeliyiz. Ölümsüzleşenlerimizi gerçek anlamda anmanın onların yolundan yürümekle, ideallerini zafere taşımak için mücadele etmekle mümkün olduğu bilinciyle hareket etmeyi esas alacağız. Bu bilinçle ölümsüzleşenlerimizin mezar başlarında olacak, ailelerimizi ziyaret edecek ve Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri örgütlenmemizi geliştireceğiz.