Sonbahar gelmiş yapraklar yeşil, sarı, kahverengi karışımı bir renkle doğaya rengini vermişti. Bu renk tonu bir faaliyet döneminin sonu, kış hazırlıklarının da başlangıcı olarak yansıyordu gerillaya. Son bağlantılardan sonra grup da yavaş yavaş başlamış olduğu kamp çalışmalarına yoğunlaşacaktı. Ancak halletmeleri gereken son bir işleri kalmıştı.
O gün henüz yeni temizlik yapmıştı grubun Siyasi Komiseri Ünal. Akşam Yurdal ve Sefkan’ın gideceği bu son faaliyete kendisi de dahil olmak istedi. Kısa bir süre, çeşitli işlerden kaynaklı kitleden uzak kalmıştı. Ve şimdi yeniden onlarla bağ kuracak olmanın heyecanıyla hazırlıklarını erkenden tamamlamıştı. Grup komutanı Yurdal’la birlikte yaptıkları son planlamanın ardından, hareket saatini beklemeye koyuldular.
Ay ışığı erken çıkmıştı o gün. Köy çevresini de denetlemiş olmanın rahatlığıyla gidecekleri eve doğru yol almaya başladılar. Ev halkı sevinçle karşılamıştı Partizanları. Hemen sofralar kuruldu, sohbetler başladı. Ünal’ı ilk defa gören Hasan amca, ilk kez karşılaştığı her gerillaya yaptığı gibi soru yağmuruna başlamıştı. Amacı gelenin “yeni mi-eski mi, deneyimli mi-değil mi, komutan mı-savaşçı mı?” anlamaya çalışmaktı. Buradan çıkaracağı sonuca göre gerillayla kurduğu ilişkinin seviyesini belirleyen Hasan amcanın hedefinde bu defa da Ünal vardı. Sohbet ilerledikçe Ünal’la sürece dair tartışmaya başlayan amcanın sözünü dışardan gelen oğlu kesti. Yurdal’a dönerek;
– “Bir araç geldi. Barajın orada durup ışıklarını söndürdü. Haberiniz olsun.” Bir süredir cihazın hareketliliğinin yoğunlaşmasını da fark eden Yurdal, Ünal’a “çıkalım” diyerek işaret etti. Bu arada Sefkan dürbününü çıkarıp kapının önünde baraj yönüne doğru denetleme yapıyordu.
Grup evdeki son işlerini de halledip yola koyuldu. Yol üzerinde uğramaları gereken son bir ev daha vardı. Oraya da uğrayıp kitle faaliyetlerini sonlandıracaklardı. Ancak işleri biraz uzamış, cihaz hareketliliği ise normalin üstüne çıkmıştı.
Yaklaşık bir saat sonra boğaza doğru yol almaya başladılar. Öncüleri Sefkan’dı. Onu Yurdal takip ediyordu. En arkada da Ünal vardı. Ay tam tepede bir çanak gibi asılı, arada bir toplanmaya çalışan bulut katmanlarına inat doğaya ışık saçıyordu. Son iki saatlik hareketliliğin normal olmadığını biliyorlardı. Yol hatlarını belirlerken bir çok ayrıntıyı tartışmış ve en son karar kıldıkları güzergahta ilerliyorlardı.
Eller tetikte, namlular boğazdaki mezarlığa yönelmiş, tüm dikkatler aykırı bir sese yoğunlaşmıştı. Etrafta tek bir ağacın dahi olmamasına hayıflanarak yürüyordu en önde Sefkan. Gerilla yaşamı boyunca birçok kez yaşadığı duyguyla yeniden yüzleşmişti. Ama her şeye rağmen en ufak bir tereddüttü olmadan, grup öncüsü olmanın yüklediği sorumlulukla mesafeyi biraz açmış, boğaza herkesten önce girmek üzereydi.
Hemen arkasında ise işlerin uzayarak köyden geç çıkmış olmalarının stresiyle adımlıyordu patikayı Yurdal. Arada bir karanlıkta zorlanan Ünal’ı kontrol ediyor, fısıltıyla mesafeyi korumasını söylüyordu.
Fırtına öncesi sessizlik misali doğa susmuş, her gün çın çın öten cır cır böcekleri adeta sessizlik yemini ederek az ötelerinde konumlanmış çakal sürülerinin en ufak bir tıkırtısını dahi duymaları için olanak sunuyordu üç Partizan’a.
Zaman ilerliyor, mesafe kısalıyordu. Mezarlıkla arasında yirmi beş metre kalmıştı Sefkan’ın. Dönüp son bir kere arkasından gelen yoldaşlarına baktı. Kalbi “Güm. Güm” atıyor, ama sakinliğini bir an olsun kaybetmiyordu. Ardından gelenleri son kez kontrol ettiğinde, ellerinin tetikte duyarlılıklarının etrafta olduğunu anlayınca daha bir güçlü hissetti kendisini. Bir şey olsa bile arkasında canını dahi esirgemeyecek yoldaşlarının olduğunu hissetti. Öyle bir duygudur ki bu, kaç farklı beden olursa olsun tek bir vücutta hissettiriyordu kendisini. Çünkü orada yoldaşlık vardır. Fedakarlık vardır. Adanmışlık vardır. Ortak bir davanın ortak bir yaşamı ve gerektiğinde ölümü de aynı kararlılıkla karşılama ruhu vardır. İşte şimdi Sefkan da diğerleri gibi bu duygu yoğunluğunun verdiği cesaretle adımını attığı bir anda bağrışmalarla beraber mermi sesleri yankılanmaya başlamıştı.
İlk mermi sesiyle beraber kendilerini yere atıp mevzilenmek istediler. Ancak arazi o kadar çıplaktı ki, mevzi olarak kullanabilecekleri tek kaya parçasını da düşman kendisine siper etmişti. Vücudunda bir sıcaklık farkettiğinde yaralanmış olduğunu anlamıştı Sefkan. Bir yandan düşmana karşılık veriyor, diğer yandan yoldaşlarına sesleniyordu.
“Yurdal yoldaş siz çekilin. Ben yaralandım. Gelemiyorum. Sizin savunmanızı alacağım.”
“Olmaz yoldaş buradan beraber çıkacağız.” dedi Yurdal Sefkan’a… Bir yandan da Ünal’ı kontrol ediyordu. Ünal da mermi almıştı ama silahını çalıştırmaya devam ediyordu düşmana doğru. Gerillada hantallığıyla ün salmıştı ama şimdi düşman karşısında öyle bir ruhla donanmıştı ki, tüm öfkesini kusuyordu…
“Hadi yoldaş bize doğru gel. Seni çekeceğiz. Bak Ünal yoldaş da yaralandı. Hızlıca çıkmamız gerekiyor buradan…” Yurdal’ın bu çağrısını yeniden yanıtladı Sefkan;
“Yoldaş durumum kötü. Beni merak etmeyin. Siz çıkmaya çalışın.”
Candan bir parça bırakılmazdı ya. Sonuna kadar direnmeyi esas aldılar. Şimdi daha güçlüydü silah sesleri. Birbirlerinden aldıkları güçle yöneliyorlardı. Düşmanın her türlü üstünlüğüne rağmen kendilerinde olan en güçlü duyguyla yoldaşlık bağıyla karşılıyorlardı saldırıyı.
Zaman ilerliyor düşman elindeki tüm olanakları son haddine kadar kullanıyordu. Bixi bir canavara dönüşmüş üzerlerine mermi yağdırıyordu. Şimdi artık Yurdal da yaralanmıştı. Yapacakları tek şey hepsinin kafasında netti. Konuşmasalar da silah seslerinden anlıyorlardı birbirlerini ve aynı direnci sergiliyorlardı. “Teslim olmak yok!”
Yaklaşık yarım saat sürdü çatışma. Sefkan bir ara arkasından gelen seslerin kesildiğini fark etti. Ünal ve Yurdal şehit düşmüşlerdi. Kendisi ise hala silahını çalıştırabiliyordu. Ama yoğun kan kaybı Onu da güçten düşürmeye başlamıştı. Son gücünü topladı. Raxtından el bombasını çıkardı. Pimini hızlıca çekti ve düşman mevzisine doğru fırlattı. Ancak gücü çok fazla yetmedi. Bomba birkaç metre ötesine düştü ve büyük bir gümbürtüyle patladı. Düşman silahları hala yoğun çalışıyordu. Açıkta olmanın dezavantajına rağmen gerillaların silahından çıkan mermiler onları öyle korkutmuş olacak ki, yoğun ama rasgele taramalarla kafalarını çıkarmadan ateş ediyorlardı.
Bombanın patlamasından sonra Sefkan da artık iyice güçten düşmüştü. Şimdi tek isteği bilincini canlı tutmak ve olası bir esaret halinde düşman karşısında direnmekti. Düşman silah seslerinin kesilmesini fırsat bilerek kontrol etmeye başladı. Şimdi sadece düşman silahlarının sesi vardı Mercanlar’da. Saat 01:00 olmuştu. Bilincini henüz kaybetmemiş olan Sefkan, Işıkvuran tarafından Kobraların sesini aldı. Kobralar önce pusu alanının üzerinde sonra da Mercan Vadisi’nde dolaştı bir saat boyunca.
Bu arada düşman da Sefkan’ın olduğu yere doğru hareketlenmiş ve yaşadığını anlayınca “teslim ol” çağrılarına başlamıştı. Hiçbir gerillanın yaşamak istemediği bir durumla karşı karşıyaydı Sefkan. Düşmana esir düşmek, an meselesiydi ama bildiği ve sarıldığı bir gerçek vardı; “esir düşmekle, teslim olmak arasında büyük bir uçurum vardır.” Bilincini yeniden kontrol etti. Kendindeydi. Bu Onun en büyük dayanağıydı şimdi. Üstüne doğru gelen düşmana bir direniş destanıyla daha karşı koyabileceği için sevinçliydi yine de…
Saatlerce sürdü işkence. Her defasında sözlü ve fiziki ağır işkencelerle bedeni esir alınmış bir canı “teslim” almaya çalışıyordu. Ama nafileydi. Kaypakkaya’nın ardılına teslimiyet yakışmazdı. Sloganlarla karşılıyordu her saldırıyı. Aklında, Yurdal, Ünal vardı. Kendisini çıkarmak için canlarını feda etmişlerdi. Teslimiyet, onlara ihanet demekti. Diğer yoldaşları düşündü. Şimdi silah seslerini almış ve kim bilir ne haldeydiler. Düşman onların da yerini istiyordu. Daha birkaç saat önce bir ekmeği paylaştıkları yoldaşlarını “satması” dayatılıyordu. Köylüleri düşündü. O candan bağlı olduğu Dersim’in yoksul ama yürekleri zengin insanlarını… Hele bir de geleceğin sahibi olan çocukları. Nasıl kabullenebilirdi ki teslimiyeti?..
Direndi saatlerce. Sabahın ilk ışıklarına doğruydu düşman son hamlesini yaptığında. Teslimiyet çağrılarına her defasında kavga sloganlarıyla yanıt oluyordu. Hemen alt taraftaki köyde tüm ışıklar açık, Sefkan’ın direnişine tanıklık ediyordu. Sloganları onlara ulaştıkça büyük bir saygı duyuyorlardı bu üç Partizan’a. Umut aşılıyordu ama yüreklerini de dağlıyordu her slogan. Evlat bildiklerinin acısı düşmüştü ocaklarına. Ama baş eğmez direniş karşısında da saygıyla eğiliyorlardı.
Son kez çağrı yaptı düşman timinin komutanı;
“İstediklerimizi ver. Seni hemen tedavi edelim.” Bu çağrıyı yaparken çaresiz olduğu, ses tonundan belliydi. Büyük bir umutla direnen karşısındaki umutsuzluktu yaşanan.
Daha birkaç saat önce bir araya gelmek için uğraşan bulutlar toplanmış ve yağmur damlaları akmaya başlamıştı gökyüzünden. Üç yıldız daha gökyüzünden kaydığında Ay da ışıklarını söndürmüş, lanet okuyordu düşmana. Az sonra yaşanacaklara tanık olmamak için saklanmıştı bulutların ardına.
İlk dipçik darbesi yüzünde patladığında, büyük bir acı hissetti ama “gık”ı çıkmadı Sefkan’ın. Bu düşmanı daha da tahammülsüzleştirdi. Duyulan hala kavga ve direniş sloganlarıydı. Bir daha. Bir daha. Bir daha. Dipçik darbeleri ardı ardına iniyordu yüzüne. O ise yüzündeki gülüşü korumaya çalışıyordu.
Meşe ağaçlarındaki son yaprak da toprağa düştüğünde üç partizan, bir direniş destanıyla ölümsüzlük katına yürümüştü. Şimdi artık onlardan geriye sloganları ve idealleri kalmıştı. Bir de yaşanmış ve hala yaşanmaya devam edecek mücadele anıları… Birileri savaşa sırtını dönerken, onların mirasını kuşananlar daha sıkı sarıldı devrettikleri bayrağa. Yaşatmaya devam ettiler Üç Partizanı. Ve yaşatacaklar da sonsuz dek…
Dersim’den Bir Partizan